25 Aralık 2016 Pazar

Hiç Kimse Olmak için Hunharca Tüket!

Günümüz dünyasında büyük şirketler, medya organları ve iktidarlar tek yönlü toplum yaratmak ve bu toplumu istediği şekilde yönetebilmek için çalışmalar yaparlar. Bu çalışmaların tümüne “Kitle Üretimi” denir. Bu kitlelerin en büyük eğlencesi ise hunharca tüketmek.

Kitleler verilen her şeyi aynı ortamda birlikte ve farkında olmadan tüketirler. Dikkat ederseniz televizyonda hep aynı dizileri izliyoruz, isimler değişiyor belki ama senaryolar hep birbirine benzer. Filmlerde iyi ya da kötü karakterler neredeyse en baştan belli. Oysa gerçek hayatta böyle midir? Filmlerdeki gibi her zaman sadece iyilik yapan ya da sırf kötülük yapmak için yaşayan insanlar gerçek hayatta da var mı?  Modern dünyada daha doğrusu modern demeyelim günümüz dünyasında insanların en iyi yaptığı şey tüketmek daha çok tüketmek. Kullandığım telefonumun yeni modeli çıkmış hemen gidip sıraya girip ilk ben alıyım. İndirim varmış önce ben kapıyım. 2 alana 1 bedavaymış hiç kaçırmayayım. Avm’lerde, güneşten ve temiz havadan yalıtılmış kapalı bir kutunun içinde alış veriş yapıp hamburger yiyerek, iyi vakit geçirdiğimizi düşünüyoruz. Reklamlarda bize sürekli neye ihtiyacımız olduğu söyleniyor ardından da düşük faizli banka kredileri çekmemiz teşvik ediliyor. Benim bildiğim krediyi zor durumda kaldıysan ya da ihtiyacın varsa iş kurmak istiyorsan falan çekersin. Ama artık bayram kredisi, yılbaşı kredisi, tatil kredisi adı altında bizi sürekli tüketmeye teşvik eden krediler veriliyor. Tabi bir de bunları ödeyemediğimizde yediğimiz faizler var. Günümüzde artık insanların istekleri giderek standartlaşıyor. Bu yüzdendir ki mesela dünyadaki tüm 5 yıldızlı oteller aynı mantıkla çalışır. 1 haftalığına tatile gidersin fakat otele girip bir daha dışarıya çıkmaya gerek duymazsın çünkü zaten otelin içinde her şey vardır. Peki gerçekten tatil dediğimiz şey yani dinlenmek için kendimize ayırdığımız vakit böyle mi olmalı! Havuz başında şezlongun üzerine kertenkele gibi uzanıp ohh ne güzel tatil yapıyorum diyoruz. Tabi dışarıdan bakınca ne kadar aptalca göründüğünün farkına varana kadar.

Günümüzde artık bireyler birey olmaktan uzak ve “hiç kimse” konumunda yani milyonlarca kişilik satın almaya odaklanmış bir kitle. Evlerimize ihtiyacımız olan ya da olmayan her eşyayı alıyoruz ama eski geniş aile evlerimizi düşününce şimdiki evler küçücük bir tabuttan farksız. Bu küçücük tabuttan evlerde yalnız ve mutsuz bir şekilde mutlu olduğumuzu sanıyoruz. Çünkü izlediğimiz renkli kutu bize mutlu olduğumuz fikrini pompalıyor ve özel olduğumuzu sanıyoruz. Medya sahte mutluluklar yaratarak bireyleri düşünmekten uzaklaştırıyor. Daha çok çalışırsak daha mutlu olacağımız şeklindeki mesajlarla motive oluyoruz ve tekrar sistemin içine sürükleniyoruz. Fakat hiçbir zaman çalışıp kazandığımızın karşılığını refah anlamında tam olarak göremiyoruz. Kredi kartımızı kullanıp, hep borçlu kalıyoruz, çünkü farkında olmadan ihtiyacımız olandan daha fazlasını tüketiyoruz.

Bireyin psikolojik varlığını sürdürebilmesi için bir topluma,güvene ve anlam üretebileceği bir ortama ihtiyacı vardır. İnsanlar yalnızlar içerisinde yalnız olmaya devam etmektedir. Önceden adalet için yargıç, yönetilmek için kral arıyan geçmiş çağ toplumları günümüzde yaşamak için dost arayan bir topluma evrilmiştir. Bireyin iyi ilişkiler kurması, kendini geliştirmesi, mutlu olmasını sağlayan tüm boş zaman medyayla dolmuş haldedir. Medya sahte mutluluklar yaratarak bireyi düşünen topluluklardan uzaklaştırmaktadır. Sürekli çalışan ve ürettiğini yine kendi tüketen birey tek boyutlu bir hal almış ve yaratılan makinelerin bir parçası haline gelmiştir. Bireye televizyon izlemese dünyanın gerisinde kalacağı ve bilgiden yoksun kalacağı dikte edilmekte bu yüzden de birey televizyonu artık dini bir vecibe gibi izleme zorunluluğu hissetmektedir. Anlamlı bütünler içerisinde olamayan birey anti sosyal bir yapıya bürünmektedir.

Modern tüketiciler fiziksel olarak pasif ancak zihinsel olarak çok aktif bir duruma gelmişlerdir. İnsan ne denli fazla çalışırsa o kadar yabancılaşmaktadır. Anlık zevklerle kandırılan birey daha çok çalışırsa daha mutlu olacağı şeklindeki mesajlarla motive edilir ve tekrar sistemin içerisine sürülür.


Bu da videosu

Tarihin En İlginç ve Esrarengiz Tesadüfü Richard Parker Olayı!

         Life of Pi yani Pi’nin Yaşamı filmi benim de çok sevdiğim Uzak doğulu yönetmen Ang Lee’nin Yönettiği oldukça etkileyici, hikayesi olan bir film, zaten film aynı isimde bir romanın uyarlaması. Fakat bu yazı konumuz filmin kendisi değil filmde neredeyse başrol kadar önemli bir yeri olan kaplan Richard Parker. Daha doğrusu konumuz kaplanın kendisi de değil onun ismi Richard Parker. Bu ismin oldukça eski ve ilginç tesadüflerle dolu bir hikayesi var. Ama önce hikayeyi daha iyi anlayabilmek için filmden kısaca bahsedelim. Yazıyı okumaya rahatça devam edebilirsiniz çünkü filmi henüz izlememiş olanlar için spoiler vermeyeceğim.

         Ülkelerinden ayrılan ve beraberlerinde hayvanat bahçesindeki hayvanlarını da götüren Pi ve ailesi gemi yolculuğu yaparken fırtınaya yakalanırlar ve bindikleri gemi batar. Pi, kurtuluş yok gibi görünen bu okyanusta küçük bir sandalın içinde bazen de dışında yanındaki hayvanlarla birlikte hayatta kalma mücadelesi verir.

Şimdi Richard Parker ismine dönersek. Bu isim ilk kez 1838 yılında Amerikalı yazar ve şair Edger Allan Poe’nun yazdığı Türkçeye de "Nantucketlı Arthur Gordon Pym'in Öyküsü" 

olarak çevrilmiş bir denizcilik romanında geçer.  
Romanda 4 denizci batan bir tekneden sağ kurtulmuşlar ve küçük bir sandalın içinde yaşam mücadelesi vermeye başlarlar. Fakat zaman geçtikçe açlık ve susuzluk dayanılmaz hale gelir. Sonrasında aralarında anlaşarak diğerlerinin hayatta kalabilmesi için kura çekip içlerinden birini öldürüp yemeye karar verirler. Kura sonunda aralarında en genç olan Richard Parker isimli genç kurban edilir. Böylece diğerlerinin bir süre daha hayatta kalabilmesi için zaman kazanılmış olur. Bu kurmaca hikayenin yazarı Edgar Allan Poe hikayeyi yazdıktan 11 yıl sonra öldü. Hikayeyi yazdıktan tam 46 yıl sonraysa ilginç bir olay yaşandı 1884 yılında küçük bir tekne İngiltere’nin Southampton şehrinden 4 kişilik mürettebatıyla birlikte yola çıktı. Mürettebatın isimleriyse kaptan Tom Dudley, Edwin Stephens, Edmund Brooks ve Richard Parker. Parker, 17 yaşında bir kamarot. Çıktıkları yolculukta ne tesadüftür ki bir fırtına çıkmış ve tekneleri batmıştı, son anda cankurtaran sandalına atlayarak dördü hayatta kalmayı başardı. Fakat Günlerce süren açlık ve susuzluktan sonra Kaptan Dudley hayatta kalabilmek için içlerinden birinin kurban edilip yenmesi fikrini ortaya atmıştı.

Diğerleri bu fikre karşı çıksa da hayatta kalabilmek için fikri onaylamışlar ve zaten açlıktan baygın düşen 17 yaşındaki Richard Parker’ı uyuduğu sırada dualar eşliğinde kurban edip yemişlerdi! Daha sonra bu 3 denizci bir Alman Gemisi tarafından kurtarılıp sorguya çekilmişler ve olay kısa sürede ortaya çıkarılmıştı. Tabi ki davalık olmuşlar ve tarihin en ilginç hukuk tartışmaları başlamıştı.

         Açlıktan ölmemek için başka bir insanı yeme konusu uzun tartışmalara sebep olsa da mahkeme 3 denizci hakkında idam kararı vermiş fakat karar daha sonra tekrar incelenerek ve kısa süre hapis yattıktan sonra sanıklar serbest bırakılmıştı.  Edgar Allan Poe tarafından 46 yıl önce yazılan hikayede adeta gelecekteki bu olay anlatılmış ve kurban edilen kişinin ismi de kitaptaki isimle inanılmaz bir şekilde denk düşmüştü . Richard Parker. 

        Bu olay 1974 yılında The Sunday Times gazetesi tarafından düzenlenen “Tarihteki en ilginç tesadüfler isimli 
yarışmada ortaya çıkarılıyor ve haberi yapan gazeteci birincilik ödülünü alıyor.” Böyle büyük tesadüflerin olduğunu pek çok kez okuduk artık tesadüf mü kader mi orasını yorumlar bölümünden tartışabiliriz ama kanıtlara bakılırsa gerçekten de tarihin en ilginç olaylarından biri gibi görünüyor. Richard Parker anısına diyelim. 



Bu da videosu

23 Aralık 2016 Cuma

İnsan Beyninin Yüzde Kaçı Kullanılıyor?

İnsan beyninin %100’ünü kullanırsa neler yapabilir?
Bildiğiniz gibi insanlar arasında “Beynimizin %10 unu kullanıyormuşuz. Acaba %100 ünü kullansak neler yapabilirdik” şeklinde söylenegelen çok yaygın bir inanç vardır.

Beynimizin %100 ünü kullanarak;
- Kas sistemimizin tamamını etkinleştirebilir ve tonlarca ağırlığı kaldırabilir miydik.
- Kalbimizin atış hızını kontrol edebilir hatta durdurabilir miydik.
- Düşünce gücüyle eşyaları yerinden oynatabilir hatta uçurabilir miydik.

- Görme yeteneğimizi arttırıp ışık hızını bile yavaşlatılmış biçimde görebilir miydik.

Peki bunlar gerçekten mümkün müdür?

Bilim insanları, bu söylemin hiç bir bilimsel dayanağı olmadığını ve sadece bir efsaneden ibaret olduğunu söylemektedir.
Yapılan bilimsel araştırmalara göre;
Beynimizin kullanılmayan hiçbir noktası yoktur. İnsanlar beyinlerinin %100'üne yakınını kullanmaktadır. Kimi koşulda, bazı bölgeler daha fazla, bazı bölgeler daha az çalışıyor olabilir. Ancak bu, beynin herhangi bir noktasının "kullanılmadığı" ya da "işlevsiz" olduğu anlamına gelmemektedir.
Beyinde 100 milyar kadar nöronun yanı sıra bir çok türden başka hücreler de vardır ve bunlar sürekli kullanımdadır. Beynimizin küçük bir kısmına gelecek bir hasarda bile, hasarın yerine göre yetersizlik oluşabilmektedir; yani beynin sadece yüzde 10'unu kullanarak işlevini sürdürmesi bilime göre kesinlikle imkansızdır.

Teknolojideki gelişmeler sayesinde, beynin renkli ve renksiz, ayrıntılı fotoğrafları an be an çekilebilmektedir. Bu teknolojiler sayesinde günümüzde biliyoruz ki, beynin en sakin olmasını umduğumuz uyku halinde bile, beynin eksiksiz olarak her bölgesinde belli bir miktar aktivite gerçekleşmektedir.

7 Şubat 2008 tarihinde Scientific American dergisinde yayınlanan makalesinde Baltimore'da bulunan Dünya'nın en prestijli tıp fakültesi olan Johns Hopkins Tıp Fakültesi'nden Prof. Dr. Berry Gordon bu tartışmalara son noktayı koymuştur. Kendisi, beynimizin yüzde 10'unu kullandığımız efsanesinin "gülünç derecede saçma" olduğunu açıkça belirtmiştir.

Peki beynin %10’unun kullanıldığı efsanesi nasıl ortaya çıktı?
Bu iddianın kökenleri, 1890 yılında Harvard Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde araştırma yapmakta olan bilim insanları olan William James ve Boris Sidis'in "rezerve enerji teorisi"ne dayanmaktadır. Bu teoriye göre insanların, günümüz beyin kapasitesi sayesinde ulaşabilecekleri en yüksek IQ 250-300 arası olarak tahmin edilmektedir. Ancak James ve Sidis, insanların sadece belli bir yüzdesinin bu IQ sınırına düşebildiğini iddia etmişlerdir. Araştırmalarının sonucunda, şimdiye kadar yaşamış insanlar arasında ancak %3-10'luk bir dilimin 250 IQ'ya ve üzerine çıkabildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu araştırmanın hatalı yorumlanması, hızlıca felakete dönüşmüş ve günümüzde insanların zekalarının %3-10 arasını kullandığı şeklinde yanlış değerlendirilmiştir. Halbuki görüldüğü gibi araştırma bu çıkarımla tamamen alakasızdır.
Bu konu ile ilgili bir diğer örnek de Einstein’la ilgilidir;
1920 yılında yapılan röportajda Einstein, “ben diğer insanlardan daha zeki değilim sadece hayal gücümü zorluyorum, insanların hayal güçlerini zorlaması ve daha çok düşünmesi gerekiyor” demiştir. Einstein bu sözleriyle, insanların yaratıcılık potansiyelinin çok azını ortaya çıkardığını %10 figürünü kullanarak vurgulamak istemiştir. Ancak Amerikalı yayıncılar ve reklamcılar Einstein’ın yüzde 10 figürünü çarpıtarak bu efsanenin daha da yayılmasına sebep olmuşlardır.
Bu tip "gizemli" bir efsane, tabii ki popüler kültürün de ilgisini çekmiş, yalanın yayılmasını kolaylaştırmıştır. Konu ilgi çekici olduğu için hakkında pek çok kitap yazılmış ve film çekilmiştir.
Bunlara yakın tarihten örnek olarak;
2011 yılında Limit Yok filminde işlenen ve büyük ilgi gören bu konu 2014 yılında da Morgan Freeman ve Scarlett Johansson'un baş rollerini paylaştıkları Lucy isimli Hollywood yapımında yeniden işlenmiş ve yine büyük ilgi görmüştür.

Sonuç olarak; bilimsel verilerle açıklandığında, beynimizin kullanılmayan hiçbir noktası yoktur. %10’unun kullanıldığı söyleminin tamamen uydurma olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Unutmayın ki beynimizin bir sınırı yoktur ve sürekli geliştirilebilir.


 Yararlanılan Kaynaklar:

  1. About Psychology
  2. Scientific American

Nasıl Rüya Görüyoruz? Rüyanız Siyah Beyaz mı yoksa Renkli mi?

Bu sabah uyandığınızda gördüğünüz rüyayı hatırlıyor musunuz ya da en son ne zaman rüya gördünüz? Hiç rüya görmedim demeyin bilimsel araştırmalara göre aşırı psikolojik rahatsızlığı olan insanlar dışında her insan rüya görür hatta görme engelliler dahil! ama uyandıktan 10 dakika sonra gördüğümüz rüyanın yaklaşık %90’ınını unuturuz! Bazıları rüyalarının tamamını hatırladığını söylese de aslında hatırladığı sadece gördüğü rüyanın 10 da 1’dir. Rüyalar hep merak edilen ilgi çekici bir konu olmuştur. Hatta binlerce yıldır bu ilgi çekici konuyu meslek haline getirmiş rüya yorumcuları ya da rüya tabiri yapan insanlar bile vardır.    
 Peki asıl konumuza dönersek neden rüya görürüz? Vücudumuzun olmazsa olmaz ihtiyaçlarından biri uykudur. Beynimiz, uyku esnasında da yoğun bir şekilde aktiftir ve özellikle gün içerisinde yaşadığımız olayları uyku esnasında tekrar hatırlar. Hatırladığımız bu olayların yansımaları bizim sevinçlerimiz ya da kaygılarımızla harmanlanarak hayallere dönüşür. Uyku esnasında gördüğümüz rüya denilen şey aslında tamamen gerçek hayatta yaşadığımız olayların beynimiz tarafından abartılı şekilde hayallerle harmanlanmasıdır. Peki rüyalarımızda sadece yaşanmış olaylardan mı etkileniriz yoksa  geleceği görmek de mümkün müdür? Yapılan araştırmalar insanların yüzde 38'nin rüyalarında 'geleceğe ilişkin' imgeler gördüğünü söylüyor. Araştırmacılarsa bunu dejavu ile ilişkilendiriyor!



Peki görme engelliler nasıl rüya görür bunu hep merak ederiz?

Burada görme engellileri 2 ye ayıralım

1) Doğuştan görme engeli olanlar!

2) Doğduktan sonra görme engeli olanlar!

Doğduktan sonra görme yeteneğini yitiren insanlar rüyalarında hatırladıkları kadarıyla görsel imgeler görebilirler. Doğuştan görme engelli olanlarsa rüyalarında resim yani bir görüntü göremezler; fakat koku, ses, dokunma duyularının yansımalarıyla onlarda rüya görebilirler. Ayrıca rüyamızda hiç görmediğimiz birini göremeyiz Rüyalarda sadece bildiğimiz yüzleri görürüz. Zihnimiz kendiliğinden yüzler yaratmaz. Rüyamızda gördüğümüz yüzler hayatımızda karşılaştığımız ama hatırlamadığımız ya da kime ait olduğunu bilmediğimiz yüzlerdir. Yani yolda yürürken karşıdan gelen insanların yüzü biz farkında olmadan bilinçaltımıza yerleşir ve daha sonra rüyalarımızda o yüzleri tekrar görebiliriz.
Bilinçaltı demişken Freud’dan bahsetmeden olmaz. Psikanlizin babası olarak tabir edilen Freud’a göre rüyalar bilinçaltının yansımasıdır. Yani çocukluğumuzdan başlayarak yaşantımızın her anında deneyimlediğimiz tüm olaylar bilinçaltımızda bastırılır. En çok bastırılmış duyguysa cinselliktir. Toplum içinde ortaya çıkaramadığımız her bastırılmış duygu rüyada iken birden özgürce ortaya çıkar ve çok acayip rüyalar görebiliriz!

Peki rüya görürken, rüya da olduğumuzu anlayabilir miyiz?


Rüya görürken aslında rüya da olduğumuzu hissederiz ama bunu bilinçli olarak düşünemeyiz  tıpkı bir film izlerken filme kendimizi fazla kaptırıp filmdeki karakterle özdeşleşmek gibi yani film olduğunu biliriz ama ister istemez filme kapılırız. 

 Rüyanız Siyah Beyaz mı yoksa Renkli mi?

1915 ile 1950 yılları arasında yapılan araştırmalara göre rüyaların büyük çoğunluğu siyah-beyaz görülüyormuş. Ancak sonuçlar 1960'lı yıllardan itibaren farklılaşmış. İnsanların büyük çoğunluğu artık renkli rüyalar görmeye başlamışlar. Sizce bu değişimin sebebi ne olabilir? Bir çok araştırmacı bunu renkli sinemanın ve televizyonların yaygınlaşmasına bağlamış. Günümüzde insanların sadece % 5’i siyah beyaz rüya görüyor. Peki televizyon ya da sinema icat edilmeden önce de insanlar renkli rüyalar mı görüyorlardı? Bence bu biraz tartışmaya açık sizin gördüğünüz rüyalar renkli mi yoksa siyah beyaz mı yorum kısmına yazabilirsiniz.

22 Aralık 2016 Perşembe

Arılar Ölürse İnsanlar da Ölür!

           Yaşamımızın minik bir böceğe bağlı olabileceğini hiç düşünmüş müydünüz? Arılar! Yaşamış en zeki insanlardan biri olan Albert Einstein arıların insan için hayati öneme sahip olduğunu söylemiş; “Eğer arılar ölürse insanlar da 4 yıl içerisinde yok olur, çünkü arı olmazsa çiçeklerde döllenme olmaz, döllenme olmadan; bitkiler, hayvanlar ve insanlar da olmaz”.  Bazı çevreler Einstein’ın böyle bir şey söylemediğini iddia ediyor. Fakat bilim insanları, Einstein’ın bu söylemini doğru kabul ederek yaptıkları araştırmalarda insan hayatının büyük oranda arılara bağlı olduğunu kanıtlıyor.



          Peki gelin şu arıları biraz yakından tanıyalım. Ne yapar arılar? sadece bal mı üretir? Aoero dinamik yasalara göre arıların uçamaması gerekir fakat arılar dakikada 11,400 kez kanat çırparak uçabiliyor, bunun nasıl olduğu bilim insanlarınca halen tartışılıyor. Arılar, üzerine, ciltlerce kitaplar yazılmış canlılardır. Arılar, tek başlarına yaşamazlar. Bir hiyerarşi içinde devlet düzeni kurarak; sosyal topluluklar olarak yaşarlar. Aralarında iş bölümü yaparlar ve iletişim kurarlar.  İnanılmaz bir şekilde on binlercesi bir arada uyum içinde yaşayabilir. Barınmak, yiyecek stoklamak ve yumurtalarını büyütmek için binlerce altıgen bölmeden oluşan petekler yaparlar. Peki yaptıkları bu petekler neden altıgen? neden üçgen değil kare ya da yuvarlak değil de altıgen? Matematiksel olarak en az malzemeyle en fazla depolama alanı oluşturmak için en ideal şekil altıgendir. Matematikçilerin bile arılara bakarak keşfettiği bu bilgiyi arılar milyonlarca yıldır biliyor ve peteklerini ona göre yapıyorlar. Altıgenin bir iç açısı 120 derecedir. İnsanın açı ölçer kullanmadan kusursuz bir altıgen çizmesi neredeyse imkansızdır. Arılarsa bundan bir değil binlercesini yapabiliyor; üstelik açı ölçer falan da kullanmadan!
         
           Bal arılarını daha iyi anlayabilmemiz için arı kovanının içinde neler döndüğüne bakmak lazım. Fakat dedim ya arılar, hakkında, ciltlerce kitaplar yazılmış yaratıklar, o yüzden bu yazıda çok detaylara girip konuyu dağıtmadan asıl meselemize tekrar dönelim. Arılar ölürse insanlarda ölür mü? Bilime göre evet ölür! tabi bu bir anda olmaz yavaş yavaş gelişen bir süreç sonunda gerçekleşir. Balarılarının, çiçekli bitkilerle karşılıklı faydalanmaya dayanan ilişkileri vardır. "Çiçek ve bitki türlerinin tüm polenleri, arıların ayaklarına yapışır. Arılar, 130 bin farklı bitki türüne konarak tozlaşmayı sağlar. Şimdi burada şu soru sorulabilir çiçeklerin döllenmesi sadece arılarla mı mümkündür? "Doğada çiçeklerin döllenmeleri; rüzgar aracılığıyla da gerçekleşebilir. Fakat Böceklerle özellikle de arılarla tozlaşma oranı daha büyüktür. Meyve ağaçlarına ait çiçeklerin birinden diğerlerine çiçek tozu taşıyan böceklerin %75'ini, balarıları oluşturmaktadır. Bu nedenle modern yetiştiriciler, daha fazla ürün alabilmek amacıyla, çiçeklenme zamanı geldiğinde bahçelerine, bahçedeki ağaç sayısıyla orantılı olarak arı kovanı koyarlar." Sadece bir kovandaki arılar, 1 gün içinde, 1 milyon çiçeği döller. Tüm bunlar sona ererse, bitkiler yok olur. Sonra bitkiyle beslenen hayvanlar, daha sonra da insanlar ölür." Yani doğanın içindeki dengede büyük önemi olan arıların ölümüyle denge bozulur ve yok olma süreci başlar. 

           Dünya genelinde yapılan araştırmalara göre son yıllarda arılarda doğanın ekolojik yapısının bozulması nedeniyle yön bulma kabiliyetlerinin çok azaldığı hatta yok olduğu gözlenmiştir. Bu da arıların yalnız kaldıkları için ölümlerine sebep olur. Geçtiğimiz 20 yılda dünya genelinde arıların %50 oranında azaldığı görüldü. Bunların sebepleri arasında yanlış tarım ilaçlarının kullanımı ve ekolojik sistemin tahrip edilmesi gibi pek çok sebep olduğu düşünülüyor. 

Milyonlarca yıldır var olan arılar bugün yok olmamak için bir savaş veriyorlar ve eğer kaybederlerse bu bizim de sonumuz olur. Sonuç olarak arılar sadece bal üretmez gerçi bal bile başlı başına bir mucize aslında ama yediğimiz tüm sebze ve meyvelerin oluşması için gerekli polenleri arılar taşıyor. Tüm bitkileri, hayvanları ve en sonunda da hayatımızı kaybetmek istemiyorsak, Arıları korumaya, çevremizi yani doğayı koruyarak başlayabiliriz. Biz elimizden geleni yapalım. Doğa zaten muhteşem bir şekilde dengesini sürdürmeye devam edecektir.

31 Temmuz 2016 Pazar

Edison'dan Büyük Ayıp / Ampulü Kim İcat Etti? / Tesla vs Edison


            Bazı akşamlar elektrikler kesilip karanlıkta kaldığımızda sağda solda nasıl mum aradığımızı bi hatırlayın, ne kadar da sıkıntılı bi durum. Aydınlatmanın yani ampulün ne kadar değerli bi icat olduğunu işte tam da o anda anlıyoruz.               
            Bundan yaklaşık 150 yıl öncesine kadar yani dünyada henüz aydınlatmanın mumlar ve gaz lambalarıyla yapıldığı dönemlerde birileri ampulün icadı üzerine çalışıyordu. Aklınıza hemen ampulün mucidi olarak Thomas Edison gelebilir fakat ampulü ilk icat eden Edison değildir. Edison, ampulün kullanımını daha iyi hale getirmiş ve patent altına almıştır. İlk elektrikli ampul, İngiltere’de Humphry Davy tarafından icat edilmişti. Ancak bu ampullerin kullanım ömrü oldukça kısaydı. Asıl hikaye ise Edison ve Tesla’nın karşılaşmasıyla başladı. Edison pek çok buluşu olan başarılı bir mucit ve aynı zamanda da iyi bir iş adamıydı. Fakat o dönemde Amerikalı her ticaret adamının yaptığı gibi o da biraz fırsatçılık peşindeydi. Buluşların üst üste geldiği o yıllarda kendisi de asistanlarıyla birlikte sürekli yeni buluşlar yapıyor ve bunları kendi adına patent altına alıp tabiri caizse köşeyi dönüyordu. Nikola Tesla’ysa Sırp asıllı bi Amerikan vatandaşıydı. Amerikaya geldiği ilk yıllarda kafasında pek çok farklı fikir olmasına rağmen uzun süre fabrikalarda orada burada ufak işlerde çalışmış ve sonunda kendisine küçük bir labarotuvar kurabilmişti. Tesla, bunlarla uğraşırken o yıllarda ampulü geliştirmek için doğru akım üzerine çalışan Edison ile tanışır. Edison gibi büyük bir mucit ile tanışması ve gençliğinin verdiği heyecan ile Edisona kendi teorsinden yani Alternatif akımdan bahseder. Edison Teslanın alternatif akımının kendi işlerine zarar verebileceğini anlar ve Teslanın anlattığı alternatif akımı küçümseyerek “sen bu teorilerle uğraşarak vakit kaybediyorsun” der. O dönemde Edison’un ürettiği ampuller, elektrik santrallerinin çok yakınında olsa bile çok az ışık veriyor ve kısa sürede patlıyordu. Doğru akım konusunda çözüm bulamayan Edison, bunu çözmesi için Tesla’ya bir iş teklif eder. İş tamamlandığında ise 50.000 dolar ödeyeceğini söyler. Tesla, kendi fikirlerini küçümseyen Edison ile çalışmak istemese de cebinde parası kalmadığı için işi kabul eder. Kısa sürede ampullerin bu sorununu kendi teorisi olan alternatif akım fikriyle çözer. Sonuçta bugün kullandığımız ampuller ortaya çıkar. Ancak iş bittiğinde Edison vaatte bulunduğu parayı vermez, kendisinden parasını isteyen genç Tesla’ya “Amerikaya hoş geldin tam bir Amerikalı olduğunda böyle şakaları ciddiye almaman gerektiğini öğreneceksin der.” Tesla derhal istifa eder ve kendi kurduğu labaratuvarında çalışmalarına devam eder. Edison’la aralarında rekabet başlar fakat Edison gibi büyük bir iş adamının karşısında fazla dayanamaz ve her alanda önüne engeller çıkar. Tesla,yıllar boyunca elektrik mühendisliği üzerinde çalışmış ve binlerce teori üzerinden fikirler üretmiştir. New York şehrinde karşılaşan bu ikilinin hikayesi, günümüzde bile halen tartışılır.

Kaplumbağadan Ninja mı Olur?


              Nasıl bir hayal dünyasıdır ki kaplumbağa gibi yavaş bi hayvanı onun tam aksine çevik ve hızlı Ninjayla birleştirip Ninja Kaplumbağalar gibi etkileyici karakterler yarattılar. Üstelik bu kaplumbağalara isim olarak Rönesans sanatçılarının ismini verdiler ve zıtlıkları bir adım daha öteye taşımış oldular.

             Çocukluğumuzun en bilinen ve sevilen çizgi filmlerinden olan Ninja kaplumbağalar yani orijinal adıyla TeenageMutant Ninja Turtles, ilk kez çizgi roman olarak 1984 yılında yayınlandı. Yayınlandıktan sonra o kadar başarılı olmuştu ki kısa süre içinde çocukların vazgeçilmezi olmayı başardı. Ninja kaplumbağaların ortaya çıkmasında bu zıtlıkların kullanması hiç eğreti durmamış aksine özgün ve akılda kalıcı olmuştu. Çizerlerin istedikleri de buydu aslında çizdikleri karakterin bir çok zıt özelliklerden oluşması onları daha da ilgi çekici hale getiriyordu. Bir de usta splinter var ve kendisi aslında normal bir insanken tesadüfen mutasyona uğramış ve en son dokunduğu hayvan olan fareye dönüşmüştü. Keza Ninja kaplumbağalar da gerçekte normal su kaplumbağalarıydı ve yine tesadüfen mutasyona uğramışlar ve üstün özellikleri olan Ninjalara dönüşmüşlerdi. Bildiğiniz gibi 4 ninja kaplumbağa var ve hepsi fiziksel olarak birbirinin aynısı onları ayırt edebileceğimiz sadece iki detay var taktıkları göz bandajları ve kullandıkları silahlar.İlk çizildiklerinde hepsi aynı renk bandaj takıyorlardı ve sadece savaşmak için yaratılmışlardı. Çizgi film haline getirildiğindeyse çocuklara göre daha ilgi çekici olması içindaha neşeli ve sevimli hale getirildi, her birine ayrı ayrı karakter özellikleri verildi ve en önemlisi de pizzayı çok seven yaratıklar olarak gösterildi. Kimi çevrelerceninja kaplumbağaların bu pizza sevgisi yükselen kapitalizmin bir parçası olarak çizgi filmi izleyen çocukları pizzaya özendirmek için yapıldığı söylendi ve söylediklerinde haksız da sayılmazlardı. Çizgi serinin patlama yaptığı yıllarda pizza satışlarında da aynı oranda patlama yaşanmıştı. Neyse biz kaplumbağalara geri dönelim. Ekibinlideri, Leonardo, ismini Rönesans döneminin ünlü sanatçısı Leonardo DaVinci’den alıyor ve mavi bandaj takıyor, bir tür japon kılıcı olan çift bushido kullanıyor. Aslında ilk çizildiğinde ekibin lideri olarakRaphael gösterilmişti Rafaphael ismini Rönesans sanatçısı RaphaelSanziodan alır ekibin sert ve hırçın çocuğudur.kırmızı bandaj takıyor ve çift sai kullanıyor. Fakat sonraki serilerde Leonardo daha ön planda tutuldu ve ekibin lideri konumuna geldi.Michelnagelo,Kaplumbağa ekibinin en çocuksu ve belki de en komik üyesidir. Karakter olarak uysal ve yaramaz bir yapıya sahiptir. Çift nunçaku kullanır ve turuncu bandaj takar.Nunçaku kullanması sebebiyle 1988 yılında avrupada sansürlenmiş ve nunçaku yerine borda kancası kullanmaya başlamıştır. Böylece tekrar yayınlanmaya devam etmiştir. Michelangelo ismi, yine ünlü Rönesans sanatçısıMichelangeloBuonarroti’ den esinlenilmiştir. Donatello, Kaplumbağa ekibinin teknoloji ve bilim alanlarındaki en etkili ve bilgili üyesidir. Bu sebeple, şiddetli davranışlara da en az başvuran kaplumbağadır. Düşmanlarına karşı en önemli silahı önce zekasıdır.  Bo adındaki japon dövüş sopasını kullanır ve mor bir bandaj takar. Donatello ismi de yine rönesans sanatçısıDonatello’ dan esinlenilmiştir. Kötü karakterler arasındaki en ünlüleri hiç şüphesiz; Shredder ve Beyin’dir.Shredder neredeyse her bölümde kahramanlarımızın en büyük düşmanıdır aslında asıl düşman shredderin kendisi değil onu yönlendiren beyindir. Beyin iri bir vücudun karnına yerleşmiş ve tüm emirleri oradan vererek Ninja kaplumbağalarla sürekli mücadele halindedir.


              Ninja kaplumbağalar için pek çok çizgi film ve tv dizisi şeklinde seriler vardır bunun yanında 1990 yılından 1993 yılına kadar 3 leme şeklinde sinema filmleri çekilmiş ve son olarak da 2014 ve 2016 yılında 3 boyutlu olarak sinemaya uyarlanmıştır. Fakat izleyici yorumlarına bakılırsa teknoloji faktörü bu film için fazla geliştirici olmamış aksine kaplumbağaların sevimliliği ve karakter özelliklerini yitirmesine sebep olmuş. Şöyle ki normalde kısa ve sevimli yaratıklar olan Ninja kaplumbağalar filmde daha iri ve sert tipler olarak gösterilmiş. Yıllar geçtikçe teknoloji ve izleyici faktörüne bağlı olarak karakterler değişmiş olsa da Ninja kaplumbağaların aklımızda en çok yer eden hali 90 lı yıllardaki çizgi film serisi olmuştu. En azından benim için öyle.